ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE KAVRAMLAR ÜZERİNE – MATERYALİZM

Materyalizm sadece maddenin gerçek olduğunu iddia ediyor. Bu iddia kuşkusuz boşlukta bir iddia. Çünkü maddi olmayan pek çok şeyi, biz pek çok vesileyle, pek çok melekemizle hayatın her anında idrak ediyoruz. Maddi olmayan şeyler de var ve onlar bizim hayatımızı, zihnimizi bir şekilde biçimlendiriyor. Ama, tabi, bununla amaçlanan şey o dünya görüşünü, bütününü mutlaklaştırmak. Varlığın madde cinsinden olduğunu savunuyor. Aynı zamanda varlığın, yani varoluşun sadece fiziki bir boyutu olduğunu ısrarla belirtmek istiyor. Dolayısıyla o fiziki alanın dışındaki varoluş biçimlerini, duyuş biçimlerini, düşünüş biçimlerini kolaylıkla reddediyor. Yani kâinatta ruhsal bir varoluş biçiminin, manevi bir varoluş biçiminin, ahlaki bir varoluş biçiminin mümkün olabileceğini reddediyor. Doğaüstü bir dünyanın var olmadığını, keza, iddia ediyor. Tanrının hiçbir şekilde var olmadığını iddia ediyor. Sadece maddi zenginlik ve bedensel tatmin zemininde bir toplumsal proje oluşturuyor. Ve insan kültürünün maddi temeller üzerinde açıklanması gerektiği konusunda vurgu yapıyor. Maddi olmayan varlıkların, varlıklarını da tartışma konusu yapabiliyor. Bu sözünü ettiğimiz dünya görüşünün, yani modern/seküler/kapitalist dünya görüşünün, başlangıçta özne-nesne ayrımı sebebiyle insanlığı böldüğünü söylemiştik. Bu defa, maddi olanla manevi olan arasında, fiziki olanla olmayan arasında bir ayrım yapıyor. Bilimsel olanla siyasal olan, siyasal olanla dini olan arasında ayrımlar yapıyor. Yani, insanlık bütününü, tarihsel bütünü, toplumsal bütünü parçalara ayırarak, onları bir laboratuvar konusu haline getirmek suretiyle değerlendirmeye çalışıyor. İslam ise bütün bu parçalanmalara müsait değil. O, bütüne bakıyor. Bütünle birlikte var olabileceğini iddia ediyor. Bütün bir insanlığı içeren bir çerçeve öneriyor. Ama bunu önerirken; insanlığı birörnekleştirmeyi/basmakalıplaştırmayı/tekdüzeleştirmeyi filan değil, o çeşitlilik içerisinde, farklı inançlarla, farklı kültürlerle , farklı dinlerle bunun mümkün olabileceğini hem iddia ediyor, hem kanıtlıyor. Fakat şöyle bir sorun var; bu tabii, çok farklı bağlamlarda konuşulması gereken, ama hala konuşulmayan bir konudur. İslam’ın dünya vizyonunu kaybettiği günden beri bu böyle. Yani, İslam’ın dünya vizyonunu kaybetmesi demek, İslam’ın dünyadan el-etek çekmesi ve bir ahiret fikri haline, inancı haline dönüşmesi ya da bireysel bir dindarlık biçimine dönüşmesi ile ilgili bir şey bu. Ve bu kabul edilebilir bir şey değil ve fakat, İslam dünyası toplumları buna ikna edilmişler. Dünya vizyonu olmayan bir din, hele ve hele İslam- Hristiyanlık için seküler bir operasyon mümkün olabilir, Hristiyanlık için bu mümkün olabilir. Kaldı ki, Hristiyanlığın pek çok mezhebi de, seküler dünyaya ya da seküler iradeye itiraz etmişlerdir. Avrupa’daki iç savaşlar sırasında, bu savaşların durdurulmasına yönelik kimi çabalar sırasında sekülerlik fikri daha çok gündeme girmiştir. Ama pek çok Hristiyan mezhebi de seküleriteye karşıdır. Şimdi burada sorun şu: İslam dünya vizyonunu kaybedince, dolayısıyla dünyaya/hayata/topluma/siyasete/bilime yönelik kavramsal ve kurumsal bir çerçeve üretme iradesini de kaybediyor. Ve bugün biz, bu dünya vizyonunun yeniden kazanılması konusunda maalesef anılmaya değer bir şey yapmıyoruz, çünkü biz düşünsel/kültürel/felsefi/bilimsel içerik üretmiyoruz, çünkü kopya ediyoruz. Kopya etmek kolay bir şey, ama içerik üretmek zor ve zahmetli bir şey. Ayrıca İslam dünyası toplumlarında siyasal otorite de bu tür bir üretim için gerekli çabayı hiçbir zaman harcamadı. Özellikle son birkaç yüzyılı hep kopya ederek geçirdik. Ve bu şey adeta, yani Batı’ya öykünmek, Batı’ya dahil olmak, Batı’yla birlikte anılmak bir ideal haline geldi. Batı’yla birlikte anılmanın, Batılı değer sistemiyle birlikte anılmak, onların kavram ve kurumlarıyla birlikte anılmak olduğu düşünülmedi. Batı’ya dahil olmamayı bir kayıp gibi düşündüler.