“İTALYA’YI YARATTIK, ŞİMDİ DE İTALYANLARI YARATMALIYIZ”

EYYÜP DÜZ

italyanlar

Psikolojik bir “öyle olma/kabul edilme” hali olan ulusçuluğun yükselişi sekülerizmin ortaya çıkışıyla yakından alakalıdır. Bu süreçte teknolojik ve bilimsel gelişmeler eşliğinde varlığını düşünmenin neticesi olarak gören insanın, güvenlik anlamında hem fiziksel hem metafiziksel kopuşu bir krize girmesine sebep olmuştur. Gerek endüstrileşmenin getirdiği, yeni iş olanaklarının sunulması/arttırılması suretiyle kentlere periferisinden kitlesel göçlerle oluşan kültürel türdeşlik, gerekse kilisenin meşruiyetini yıkıp, varoluşsal kaygının sözcülüğünü üstlenen “matbaa”yla ortaya çıkan  “anlam ihtiyacı”, yeni bir soru/n, ama aynı zamanda cevabını kendisinde barındıran bir soruyu doğurdu. Çünkü “aidiyet ihtiyacı” sorunu, deyim yerindeyse tedavülden kalkan “aşkın-dikey ilişki”nin yerine kültürel homojenlik ile oluşturulan “yatay ilişki”yi ikame ederek cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Yatay ilişkinin bu denli yaygınlaşması “kitlesel duygusallık” yolu ile sağlanmıştır. Yeni bir yönetim aygıtı olan Ulus-devlet’in pekiştireçi/tutkalı olarak bu duygusallık; yani ulusçuluk kullanılmıştır.

Aydınlanma ile beraber anlamın ilahi bağlamından koparılarak sadece duyumsanabilen alanda söyleyeceği söz’ünün olması ile kutsal; artık “alan”ın yani “mekân”ın kendisi olmuştur. Çünkü hakimiyetin tesis edilebileceği tanımlanmış verili alan olarak orası kalmıştır. Bir yaratım süreci ürünü olan ulus-devlet mekânsal (teritoryal)  bir kavramdır. O tüm hedefini kendisinin çizdiği (yahut kendisine çizilen) sınırlar içinde kurmak mecburiyetindedir. Açıkça belirginlik unsuru olmayan “hudut”lardan farklı bir şekilde, “sınırlar” duraksamaya yer bırakmayacak bir şekilde “nettir”, “kesindir”. (1) Ulus-devletle anlam kazanan “coğrafya” ideolojik muhtevaya sahip bir ifadedir. Tarihsel hafızanın şekillenmesinde sınırlayıcı ve belirleyici olma özelliğiyle çok önemlidir. Coğrafya artık sadece, ticari ilişkilerde dikkate alınacak bilgileri kendinde bulunduran, iklimsel özelliklerle beraber anılan bir bilim dalı/olgu değildir. Ulus-devlet’in kendisine bir teritory(mekan/vatan) üzerinde meşruiyet ve anlam sahası araması, coğrafya’nın anlamlanması ve anlamlandırması açısından hayati önem ifade eder. İşte bu noktada Tarih(yazımı/yapımı) unsuru Coğrafya(nın belirleyici olma) unsuru ile birleşerek zihin dünyamızda yer edinmiştir, daha yerinde bir ifadeyle zihin dünyamızı şekillendirmiştir. O kadar ki üzerinde yaşadığı kutsal’da bulunan her birey düşüncelerini, eylemlerini; varlığını borçlu olduğu ve ona armağan ettiği teritoryal düzenin hizasına uyarak dizayn eder.

Ulus’un altyapısı güçlü metafizik çağrışımlar ile oluşturulan/üretilen anlatılar sayesinde inşa edilir, sağlamlaştırılır. Görkemli icatlar; ulusun o zamana kadarki serüveni aşamasında kullanılır. Sözgelimi bir altın çağ bulunur, bu çağda nostaljinin “epik” unsurunu oluşturan kahramanların fedakârlıklarından bahsedilir. Ancak savrulmaya yol açan ihanetler sebebiyle bir “çöküş çağı” da vardır. O çağda yaşananlar kimlerin “biz” kimlerin “öteki” olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir ve her vesileyle unutturulmamaları için hayatın herhangi bir seyrinde -ama sıklıkla- dikkatlerimize sunularak, nostalji üretiminin “dramatik” unsuru da oluşturulur… Parantez açmak gerekirse o atmosferde zaman’a dair “teolojik yorum” olan kutsal-mesihçi zaman anlayışı terk edilerek yerini ”siyasal yorum” olan boşlukta akan-homojen-takvimsel zamana bırakmıştır.

Tarihsel buluşlar ile ulusa sadece geçmiş icat edilmez, o ulusa bir gelecek de inşa edilmeye çalışılır. Eğitim bu noktada ulus-devletler için yadsınamaz/azımsanamaz derecede çok önemli bir faktördür. Gellner, haklı olarak eğitim olmasaydı, ulus-devletin olmayacağını söylüyor. Modern devletler eğitimi tekeline almak için kiliseler ile çetin -ama asla vazgeçmedikleri- bir mücadeleye girdiler ve nihayetinde almayı başardılar. Eğitimin “ücretsiz verilmesi” ve “zorunlu sayılması” Ulus-devletin bir fedakârlığı ya da gönüllü hizmeti olarak telakki edilmemelidir. Aksine bu unsurlar iyi eğitilmiş, yani itaatkâr vatandaş yetiştirme amacının vücut bulduğu merhale olması itibariyle politik bir karardır. Süreç esnasında verilen  “eğitim” ve seçilen “dil” , sınırları içerisinde farklılık unsuru olan tüm lehçeleri ve dilleri ölü sayan, dahası çoğu kez o dilleri ortadan kaldıran bir metot olmakla beraber; yeni nesiller üzerinde “tek dil” düşüncesinin vücut bulmuş hali olarak somut bir göstergedir.  Sergilenen resmi tavır, sadece farklı dillerin etimolojisine, semantiğine ya da yapısına karşı bir gardını alma meselesi değildi/r. Aksine, akabinde bu farklı dilleri konuşanların “tam anlamıyla” kendilerine karşı bir girişimdir. Saf bir yapı oluşturma temelde, “arındırma” faaliyeti neticesinde mümkündür ve biri ötekini kaçınılmaz olarak doğuracaktır. Çünkü dil sadece konuşma aracı değildir. Bilakis öncelikle dilsel bir hareketlilik olan ulusçuluk için dilin salt bu unsuru en son önemsenecek özelliğidir. Toplumda iletişimin tamamlayıcılığını sağlayan ve görece randımanlılık oluşturan dil, aynı zamanda “duygu”nun ve “düşüncenin” ulaşımını sağlayan ”anlaşma” aracıdır. Yeni formasyon, merkezi(n) eğitim(in)den geçen kitlelerden homojen gruplar oluşmasını gerektirir. Bu pedagoji sayesinde , ’ayırt edici unsurlar’dan arındırılıp “uluslaştırılan yurttaş” artık krala/tanrıya değil devletin kültürüne sadıktır…

İtalya’yı yaratmışlardı, bu eğitim sayesinde şimdi de “İtalyanlar” yaratıldı… (2)

Kendisinden önceki örneklerden farklı olarak ulus-devlet, her anlamda özgül bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Onlarla her ne kadar nispi benzerlikler taşısa da hepsinin toplamından çok daha fazlasıdır. Modern devlet (3) sınırları içinde yaşayan insan hayatında abartısız olarak “beşikten mezara” kadar rol oynar. Doğumunun gerçekleşmiş sayılması için “belgelenmesi/kayıtlara geçmesi” ve ölümünün inandırıcı olması içinse “belgeden /kayıtlardan silinmesi” gerekliliği sanırım o bireyin hayatında ne kadar etkili olduğuna dair yeterli kanı oluşturur. İnsan-lar-ın en mahrem noktasıyla bile yakından ilgilenen devletin rahatsız edici denetim gözetim ağına premodern devletlerin hiçbirinde bu denli yoğunlaşmış/sistematikleşmiş uygulamaya rastlamak mümkün değildir. Modern tahayyül, tüm bunları belki de huzuru tesis etmek adına yaptığını ileri sürebilir, ki bu yöndeki iddialarını da gerekçe olarak kullanmaktadırlar. Ancak kendisinin vermiş olduğu huzursuzluğunun farkında değildir(!)  Ona muhattap olan birey(ler)in farkında olmasına da zaten imkân yoktur. Zira algı dünyası bilinçli bir yönlendirme neticesinde duygusal bombardımanlar ile kodlanmış olarak onlar artık devletin tam da kendilerinden istediği gibi teslim olmuş bir biçimde  “iletişimsel cemaat” (4) haline gelmişlerdir…

Damgalamak, fişlenmek, kayıt altına alınmak, izlenmek, horlanmak, alaya alınmak… Bu gibi uygulamalara “bu devlettir, bu onun adaletidir, bu onun ahlakıdır” diye isyan eden Proudhon acaba abartmış mıdır?

Ya da modern devletin her yurttaşı onun haklı öfkesine karşı içten sempati mi duymaktadır? (5)


1-Nitekim Giddens geleneksel devletlerin sınırların değil, hudut bölgelerinin olduğunu; sınırların ancak ulus-devletin ortaya çıkması ile oluştuğunu söyler.

2-Massimo d’Azeglio: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız.”

3-Poggi , ‘’Modern’’  ifadesinin bir anlamda gereksiz, fazla bir sözcük olduğunu, Çünkü zaten devlet kavramının, geniş insan toplulukları üzerindeki yönetimin yoğunlaşması, devamlılığı ve kurumsallaşması gibi özelliklerinin ilk defa modern Batı’da ortaya çıkan özellikler olduğunu söylüyor. ( Poggi – Modern Devletin Gelişimi & Sosyolojik Bir Yaklaşım)

4-Phılıp Schlesinger –  Medya, Devlet ve Ulus

5- Christopher Pierson – Modern Devlet

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.