Fragmanların yani parçalanmışlıkların giderek çoğaldığı, kadim dünyanın varlığının unutulduğu günümüz kartezyen dünyasında, özün(self) anlam kazandığı ya da daha doğru bir tabirle, öze anlam kazandırıldığı moderniteden öte postmodern dünyanın içinde kaybolup gitmekte olan bir insanlık söz konusu, maalesef. Karmaşanın, keşmekeşin içine bir anda atılan, daha ne olduğunu dahi fark edemeden mekan ve kimlik problemlerinin oluştuğu fakat, daha bu problemlere çözüm aramaya kalkamadan tek-tiplilik tokadının yüzümüze çarpıldığı, kalıpların içine sokulmuş, sonra beğenilmeyip yeni, daha yeni, daha da yeni kalıplara tekrar tekrar sokulmaya çalışılan topluluğuz bizler, çok azımızın farkında olup da mücadele verdiği.
Bu topluluğa geniş bir çerçeveden bakıldığında, kalıpların aslında tüketimin; satın almanın, kullanmanın, harcamanın, bitirmenin ta kendisi olduğu aşikardır. Hatta ve hatta bu olgu bir kültür halini almış, adına da tüketim kültürü denmiştir. Tüketim kültürü küreselleşme ile birlikte meydana gelen aşırı üretim sonucu ürünlerin –her ne olursa olsun- tüketilmesi adına ortaya çıkan kültürel bir olgudur. Başta da belirttiğim gibi, bu olgunun oluşumu modern ve postmodern dünyanın bir icadıdır. Aynı zamanda tüketim kültüründeki değişmeler, dünyada belirli bir ideolojinin yaygınlaşmasına uygun bir ortam sağlamaktadır. Bunun sonucunda tek-tipleşmenin uçsuz-bucaksız önü açılmış olur.
Ülkemizde ise bu kültür oluşumu taklit ile gerçekleşmektedir. Özellikle de Batı bu konuda taklit edilen yegane yerdir. Üretimin son dönemlerde belirli bir seviyede artışa geçtiği bu topraklarda henüz istenilen seviyeye ulaşılamamıştır aslında. Bu durum ise tüketimin henüz bitmeyeceği, dünyada hızla, hatta göz açıp kapayıncaya dek artan üretimin – ki yüksek teknoloji, moda, kitle iletişim araçları, teknoloji vb.- bu toprakların insanlarını daha çok tüketime yönlendireceği açıktır. Yani daha da açmak gerekirse, Türkiye gibi yüksek teknolojide gelişmeyi henüz sağlayamayan toplumlarda, ürettiğinden daha fazlasını tüketme eğilimi mevcuttur. Bu da bizim kanayan büyük yaralarımızdan biridir şüphesiz.
Sadece yüksek teknolojiyle sınırlı kalmayan bu eğilim, bir çok noktada toplum olarak etrafımızı sarmış bulunmaktadır. Örneğin; bir toplumda kişilerin tüketim eğilimlerini belirleyen faktörleri düşündüğümüzde, bunların iki temel gruba ayrıldığını görmekteyiz.
- Tüketime karşı subjektif davranışlar: Tüketicilerin beğenileri, gösteriş etkisi, hazır para tutma isteği vb. davranışlar
- Objektif veriler: Gelir düzeyi, Fiyatlar[1]
Dikkatli bakıldığı takdirde beğeni, gösteriş etkisi, gelir düzeyi ve fiyatlar birbirleri içerisinde günümüz toplumuna da ışık tutmaktadır. Beğeni, iki türlü de gerçekleşebilir. Karşı tarafın kişiyi beğenmesi ve kişinin beğendiği bir şeye sahip olmasıdır. Her iki durumda da, bu beğeninin belirli bir seviyeden başladığını düşünürsek, bu seviye gittikçe artacak ve bir noktadan sonra beğeninin doyumsuzluğu ortaya çıkacaktır. Aslında fark etmeden beğeni tüketilmeye başlanacaktır. Gösteriş etkisini ele aldığımızda, bu kavramın içine bir çok şey sığdırabiliriz. Akıllı telefonlardan son model televizyonlara, komşuların aldığı yeni eşyalara, bir tanıdığın lüks siteye yerleşmesine, yeni çantalara, kıyafetlere, takılara, kitaplara, eşyalara ve daha bir çok şeye varıncaya kadar sürdürülebilir. Kişi bazlı toplum, bu noktada da bir tüketimin içerisine hapsolmuştur ve bir yerden sonra kendisini tüketmeye başlayacaktır. Bu hususların vazgeçilmezleri ise gelir düzeyi ve ürün fiyatları ile de doğru orantılıdır, tabii.
Son yıllarda yaşanan gelir düzeyi artışı bu tüketme arzusunun vazgeçilmez parçaları haline gelmiştir. Fiyatların yoğun artış, yani astronomik fiyatlara erişmemesi de alım gücünü ve ulaşımı kolaylaştırmıştır. Bunların içerisine tüketimin olmazsa olmazı kitle iletişim araçlarını da kattığımızda denklemi kurmuş olacağız. Çünkü kitle iletişim araçları ile reklamlar, tanıtımlar gün be gün karşımıza tekrar tekrar çıkmakta, ihtiyaç kavramı anlamını yitirmekte, sanki tanıtılan ürünü almalıyım hissi uyandırmaktadır. Bunu o kadar güzel ayarlamaktadırlar ki, hem algı yönetimi hem de zihin yönlendirmeyi çok iyi başarabilmektedirler. Bununla birlikte ürünler sürekli olarak yenilenmekte, toplumun elinde bulunan ürünler eskimiş olarak kabul ettirilerek, çağa ayak uydurma sağlanmaktadır.
Bunun getirisi olarak toplumda bulunan bireyler, bir süre sonra ayak uyduramamaya, tökezlemeye başlamıştır ama, ne olursa olsun onun peşine düşmeye devam etmiştir. Bu da ruhsal bunalımı başlatmıştır. Ruhsal bunalıma giren birey ile birer birer davranış bozuklukları göstermeye başlamış, hem insan hem de toplum hatta ve hatta ümmet olma bilincini yitirmiştir. Tüketirken kendisini tüketmiştir. Ama farkında değildir, çünkü bilinçsizce ve bilmeden yapmıştır. Bu da gösterir ki tüketim kendisini tüketmiştir. Ürettikçe tüketmiş ve tüketecektir. Tüketim artık Tükenim’e evrilmiştir.
Tükenim ise birlik ve beraberliğin, yek olmanın, bir amacın uğruna koşmanın zıttının ötelerinde dolanır. Mücadelesi tüketim ile arasındaki kısır döngü olmuştur çünkü. Takatini de enerjisini de benliğini de özlülüğünü, özgüllüğünü de yitirmiştir. Tükenim de yitik bir topluma, insanlığa evrilmiştir bakıldığında. Ve bu aç gözlü canavar, gün geçtikçe daha da büyüyerek ve önünde ne var ne yok yıkarak gelmektedir. Değerlerimizi tüketerek hem de.
Var olmak, var olanı kullanmak yahut tüketmek kolaydır. Üretmeden, didinmeden sonlandırmak bir şeyleri, öğretilegelmiş, alıştırılmış, empoze edilmiş insana, acziyete. Ve bu nedenledir ki, ne sorar ne de sorgular insan. Var olanı yer, var olanı içer, var olanı giyer, var olanı kullanır, var olanda barınır. Böylelikle var olduğunu zanneder. Asıl varlığımızın mücadelesini verdiğimiz bu hayat sahnesinde uzun yıllardan beri üstümüze görevler düşmekte. Kimimiz erken, kimimiz geç idrâk etmekte. Varsın olsun hatta geç dahi olmuş olsun fakat, bu vakitten sonra olmasın. Madem özler-bireyler(self) çağında yaşıyoruz, önce kendimizi uyaralım. Sonrasında çevremizi, eşrafımızı, eşimizi, dostumuzu derken toplumu ve insanlığı… Uyarmakla kalmayıp, anlatalım, aktaralım, öğretelim ve öğrenelim. Bu topraklar, bu dünya, bu ümmet, bu insanlık koca bir açlığın son lokması olmamalı, olmasın.
[1] Tevfik Çandar – İktisat Klavuzu, s.145-151, Milliyet Yayınları, 1976